Nereye Dergisi
Arkeoloji, Tarih, Gezi, Seyahat ve Yaşam Kültürü Dergisi

Sümerlerin Tarihi- Uygar Mezopotamyalıların ‘İlki‘

Esasen, Sümerlerin (ve Mezopotamya’nın tamamı) büyük ölçüde el yazısından, ileri astronomiden tutun da karmaşık matematiğe kadar insanlık tarihinin en önemli icatlarını körüklemiş olduğu düşünülmektedir. Gelin bu unsurlar çerçevesinde Sümerlerin tarihlerine ve kökenlerine bir göz atalım.

0 3.621

Mevzu bahis Sümerler olduğunda, sahip olduğumuz yaygın bilgi Mezopotamya’nın genel olarak ileri bir uygarlık olduğuna dairdir. Halbuki, tarihi açıdan şunu da bilmeliyiz ki, tek bir siyasi oluşum olan Sümer’in aksine, Sümer kültüründen (doğası gereği çok yapılı) söz etmemiz çok daha mühimdir. Zira mevcudiyetlerinin büyük bir kısmında, bir halk olarak Sümerler, çoğunlukla Güney Mezopotamya bölgesi olan Sümer sınırları içinde çeşitli şehir devletlerine ve krallıklara bölünmüşlerdi.

Tekrar etmek gerekirse, tarihi açıdan bu meta bölgenin önemi MÖ 10.000 dolaylarındaki Tarım Devrimi’nin ilk gelişmelerinin odak noktası olmasıdır. Esasen, Sümerlerin (ve Mezopotamya’nın tamamı) büyük ölçüde el yazısından, ileri astronomiden tutun da karmaşık matematiğe kadar insanlık tarihinin en önemli icatlarını körüklemiş olduğu düşünülmektedir. Gelin bu unsurları hesaba katarak, antik Sümerlerin siyasi duruşları ve kültürel katkılarından pratik icatlarına kadar uzanan tarihlerine ve kökenlerine bir göz atalım.

Sümerlerin Etimolojisi – Kara Kafalılar

Sümerler, toprakları tahminen ‘asil hükümdarlar diyarı’ veya ‘uygar hükümdarlar ülkesi’ diye tercüme edilen ki-en-gi(-r) olarak anılırken, kendilerini ùĝ saĝ gíg ga ya da ‘kara kafalı insanlar’ diye adlandırmışlardı. Tarihçiler šumerû veyahut ta Shumeru kelimesinin fonolojik gelişimi (ya da Mezopotamya’nın güney bölümünü belirtmek için neden böyle bir terim kullanıldığı) hakkında emin olmasalar da, günümüzde Akadca Shumer sözcüğü bu terimi kendi Semitik lehçe içerisinde temsil edebilmektedir. Dolayısıyla, eski İbranice Shinar, Mısırca Sngr ve Hititçe Šanhar(a), Sümerlerin kendi topraklarına verdikleri ismin tam aksine Akadça Šumer kelimesinin varyantları olabilir.

Bugün tarihsel açıdan, bir dil olarak Semitik-olmayan Sümerce MÖ 20. yüzyıla kadar neredeyse yok olmuş olması ve bugünkü bildiğimiz haliyle Gılgamış Destanı derlendiği sıralar (yaklaşık olarak MÖ 18. yüzyıl) yalnızca alimler tarafından sınırlı resmi yetki dahilinde kullanılmış olmasına dikkat edilmesi gerekmektedir. Fakat aynı zamanda, Antik Yakındoğu’nun ortak dili, Babilce’nin bir varyantı olan Semitik Akadça dilini de ciddi ölçüde etkilemiştir. Bu ortaklaşa etkileme konusu ve ödünç sözcük almalar o kadar yoğun bir şekilde kullanılmıştır ki birçok bilim insanı her iki dilin de sprachbund yahutta “dil birliği” olarak bilinen linguistik olarak birleşme olayına uğramış olduğunu düşünmekte.

Sümerlerin Kronolojik Tarihi ——————–

*Sümerlerin Kökenleri (yaklaşık olarak MÖ 6500 – 4100)

Bizlere şu soruyu sormakta: Sümer uygarlığı nasıl ortaya çıktı? Şöyle ki, 19. yüzyıl tarihçileri Sümer’de MÖ 4500 yılından beri yaşandığını varsaymışlardı. Öyle ki, günümüz bilim insanları bölgenin daha uzun süreler boyunca, muhtemelen MÖ 6500’den beri nasıl iskân edildiğine dair kanıtlar buldular. Bölgeye yerleşmiş bilinen ilk insanlar bölgedeki en eski kazı bölgelerinden biri olan Tell Al Ubaid’ten türemiş Ubeydiler ismiyle adlandırılmaktadırlar ve avcı-toplayıcı gruplar olmaktan; uygarlaşmanın ilk evreleri dediğimiz hale geçilen köklü geçişi gerçekleştirmişlerdir. İkinci kısım ile ilgili olarak, Bahreyn’e ve Umman’a yayılan Ubeydi Kültürü’nün duvarları olmayan köy yerleşkelerinde, kat kat bina ve mimari basit tapınak yapılarında payı bulunmakta ki hepsi daha sonra Sümerler tarafından geliştirilmiştir.

MÖ 4500’e gelindiğinde, Mezopotamya’daki bilinen ilk büyük kent olan Eridu’nun yansıttığı üzere organize mekan planları ve dikkat çekici ‘kentleşme’ seviyeleri, renkli çanak çömlek, orak, çapa ve tuğla gibi keşfi gerçekleşmiş alet ve nesneler ile birlikte geniş çapta sulamaya dayalı tarım ve saklama gelişmeleri ile tamamlanmıştı. Toplumsal zeminde sınıflaşma daha da nüfuz etmiş dolayısıyla varis başkanlardan oluşan elit kesimin egemen olduğu hiyerarşik yapıya sebebiyet vermiştir ki bu da beraberinde daha büyük binalara, daha geniş mabetlere, daha pahalı kabirlere ve temel himaye önlemlerine odaklanılmasına neden olmuştur.

*Uruk’un Yükselişi (yaklaşık MÖ 4100-2900)

Kuzey Mezopotamya’daki Samara kültürünün bir şubesi olduklarına dair hipotezler olmasına rağmen, ne yazık ki, tarihi açıdan bilim insanları Ubeydilerin kökleri hakkında emin olamamaktalar. Daha da önemlisi, araştırmacılar halen ‘asıl’ Sümerlerin köklerinden ve Ubeydi atalarının yarı kentleşmiş alanlarının nasıl varisleri olduğundan halen emin değiller. Fiziksel kanıt bakımından arkeologlar yerel olarak çanak çömlek yapımından muhtemelen hızlı dönen tekerleklerde yapılan kitlesel ölçekte çanak çömlek üretimine olan kademeli geçişlerini gözlemlemişlerdir.

İlginçtir ki, olayların mitolojik açılarından bakıldığında, Ubeydilerin yerinde Sümerler olarak bildiklerimizin üstünlüğü, koruyucu tanrıça Inanna egemenliğindeki başşehir Uruk’un öneminden anlaşılabilir. Efsaneye göre, daha sonra bahsi geçen tanrı, medeniyetin armağanlarını eski Ubeyd Kültürü’nün en büyük şehri olan Eridu’nun koruyucu tanrısı Enki’den almıştı. Fakat Sümerlerin göçle mi geldikleri yoksa araştırmacıların çoğu tarafından tercih edilen bir varsayım olarak o bölgede zaten var olan bir etnik grup olup olmadıkları akademik camiada halen tartışılmaktadır.

Bu yüzden bu çağa Uruk Dönemi (yaklaşık MÖ 4100-2900) denilmektedir ve bu çağ, kent devletlerin yükselişi ve daha yüksek tarımsal üretkenlik, kanal temelli ulaşım, nehirler üzerindeki büyüyen ticaret yolları ve merkezi yönetimler ile desteklenmiş daha büyük kentselleşmeye şahitlik etmiştir. Şu kadarını söyleyebilirim ki, yavaş yavaş büyüyen kasaba ve kentlerin merkezinde duran tapınak bölgeleri ve sarayların gösterdiği üzere sosyal hiyerarşi daha da fazla kökleşmişti. Örneğin, Uruk şehri bizzat muhtemelen 300 hektardan fazla kadar azımsanmayacak bir alan içinde yaklaşık 40.000 kişilik bir nüfusa sahipti. Kiş, Ur, Nippur, Umma, Nina ve Girsu gibi örnekler ile Güney Mezopotamya’daki diğer kasabalar da kentleşmiş yerleşim olma yolunda büyümeye devam etmiştir.

*Sümerlerin Kralları (yaklaşık MÖ 2900-2334)

Yaklaşık MÖ 2900’de başlayan Sümerlerin ilk hanedanlık dönemi ile birlikte kabile reislerinden ve ihtiyar heyetlerinden, krallara ve şehir devletlerin tamamının derebeylerine dönen toplumsal bir ilerleme gerçekleşmişti. Lugal (‘büyük adam’ veya ‘koca bey’) olarak bilinen bu hükümdarlar, dini rahiplerin ya da ensi’nin aksine daha seküler ve görkemli bir cazibeye sahip olsalar da şehirlerdeki ana tapınak bölgesinin temsili başkanları ve temsilcileri olarak kabul ediliyorlardı. Yine rivayetlere göre, Sümer Kral Listesinde bahsi geçen bu tarz birçok lugal’ın doğaüstü becerileri vardı. Örneğin, becerileri kayıt altında olan bilinen en eski kral Etana, bir kartala binerek gökyüzünde doğum bitkisini bulduktan sonra bir veliaht yaratabilirdi.

Efsanelerin haricinde, MÖ 26. yüzyılda hüküm süren ve aynı zamanda Gılgamış Destanı’nın Sümer versiyonunda da akıl almaz bir şekilde bahsi geçen Kish’li Enmebaragesi gibi gerçek figürlerin varlığını gösteren çok az arkeolojik kanıt bulunmaktadır. Dahası, etimolojiye daha derinlemesine bakıldığında, Enmebaragesi ismi muhtemelen Sümerce değil, daha çok Semitiktir (Doğu Akadca), ki bu da güney Mezopotamya’daki genişleyen Sümer krallıklarının sadece komşu toprakları değil, aynı zamanda yakın kültürleri de dahil etmeye başladığı anlamına geliyor. Yerleşimlerin artan kentsel alanına gelince, şehirler artık duvarlarla çevrilmeye ve güçlendirilmeye başlıyor, bu da bölgedeki güç mücadelelerinin ve çatışmaların ortaya çıktığını gösteriyordu.

İşlerin siyasi tarafında, Sümer’in bu dönemde birleşik olduğu bilinmiyordu. Bunun yerine, Güney Mezopotamya bölgesi, Klasik Yunanistan gibi her biri büyük başkentleri ve koruyucu tanrıları olan şehir devletlerine bölünmüştü. Bununla birlikte, yaklaşık MÖ 2450’te, Lagash şehir devleti ve hükümdarı Eannatum, komşu Elam’ın bazı kısımları ile birlikte (İran’da), Kish, Uruk ve Larsa gibi diğer önemli Sümer şehirlerini topraklarına katarak dünyanın bilinen ilk imparatorluğunu (çok kısa bir süre için de olsa) kurmuş olabilir.

Bir falanks düzeni kullanan ilk bilinen savaşta (Akbabalar Steli’nde bahsedildiği gibi) rakip şehir devletini nihayet yenilgiye uğratmaya devam etmiştir. Ancak ölümünden kısa bir süre sonra Umma, Lagash’ı ele geçirerek intikamını almıştır. Muhtemelen, başkenti Uruk olan kısa bir süre birleşik bir Sümer Krallığı kurmuşlardı. Kralları Lugal-Zage-Si, Akkad’lı Sargon’un gelişinden önceki son Sümer hükümdarı olarak kayıtlara geçmiştir.

*Ara Dönemde Akadlar (yaklaşık MÖ 2270 – 2083)

Hem Eski Akad dilinin hem de kültürünün Sümerler üzerindeki etkisinden daha önce kısaca bahsetmiştik. Bununla birlikte, yaklaşık MÖ 23. yüzyılda (veya muhtemelen MÖ 24. yüzyılda), eski bir Sümer kralının bahçıvanının oğlu olarak anılan Kral Listesi’nde yer alan Akadlı Sargon, tahtı gasp etmiş ve başkenti Uruk’u başarıyla ele geçirerek Lugal-Zage-Si’yi yenilgiye uğratmıştır ve böylece Sümer’in çoğunu kapsayan Akad İmparatorluğu’nu kurmuştur. Arkeolojik kanıtları modern araştırmacıların gözünden kaçan Mezopotamya şehri aslen Akadlı idi.

Sonuç olarak, Sargon, yaklaşık 180 yıldır var olan ilk bilinen tüm Mezopotamya imparatorluklarından birini bölerek hem Semitik olmayan Sümer hem de Sami Akadca dilini konuşanları ciddi anlamda ‘birleştirmişti’. Aslında, MÖ 3.000 ortalarında, Akadlılar kültürel olarak senkretik bir ortam yaratmayı başarmışlardı (farklı etnik köken ve şehir devletlerinin buluştuğu ortam), bu da sonuçta Akadçanın, Mezopotamya ve hatta yüzyıllar boyunca komşu Elamın ortak dili oluşunun yolunu açmıştır.  Dahası, uygar Sümerler ile kültürel bağların ötesinde, Akadlar Mezopotamyalı kardeşlerinin askeri sistemlerini ve öğretilerini de benimsemiş ve onlara vermişlerdir.

Ancak Akad (ve Sümer) savaşçı kültürünün pratik üstünlüğü, tekerlek kullanımıyla ilgili olmalıydı ki bu sadece daha karmaşık lojistik desteğe olanak sağlamakla kalmayan aynı zamanda Tunç Devrinin ağır şok silahları olan savaş arabalarının gelişimini de müjdeleyen bir buluştu. Ne yazık ki, 22. yüzyılın ikinci yarısında giderek daha fazla parçalanan Akad İmparatorluğu, muhtemelen İran’daki Zagros Dağları civarından gelen bir Gutian saldırısı karşısında harap olmuştu. Bunun sonucu ortaya çıkan dönem (yaklaşık MÖ 2050’ye kadar) Gutian hanedanı ve Lagaş’tan ikinci bir hanedanlığın egemen olduğu dönem, antik kaynaklar tarafından genellikle Mezopotamya’nın meşhur “Karanlık Çağı” olarak adlandırılıyordu.

*Sümer’in Dirilişi (yaklaşık MÖ 2047-1750)

Sümerler için, en azından hükümdarlık açısından, son gösteri, Üçüncü Ur Hanedanı (yaklaşık MÖ 2047-1750) tarafından gerçekleştirilmiş, Sümer kontrolü altında güney Mezopotamya bölgelerini birleştirmede bir kez daha başarılı olunmuştu. Yukarıda bahsedilen iki yönlü etki, Neo-Sümer krallarının Büyük Sargon ve Naram-Sin gibi ünlü Akad hükümdarlarının kahramanca başarılarını açıkça taklit ettiği dinamik hanedana kuşkusuz etki etmişti.

Ve bu çabaların çoğu doğası gereği açıkça propagandacı olsa da bazıları ünlü Ur Zigguratı gibi muhteşem projelere dönüştürülmüştür. Muhtemelen Kral Ur-Nammu’nun emriyle inşa edilmiş olan basamaklı piramidal yapının, uzunluğu 64 m (210 ft) x 45 m (148 ft) genişliğinde bir alanı kapsadığı ve yaklaşık 100 m yüksekliğe ulaştığı tahmin edilmektedir. Yapı, Ur-Nammu’nun çevre toprakların ilahi hükümdarı olduğunu çabucak ilan eden oğlu Shulgi’nin hükümdarlığı sırasında tamamlanmıştı.

Anıtsal yapıların haricinde, Üçüncü Ur Hanedanı, birçok yönden Ur’un Tunç Devri krallığının zirve döneminin somut örneği olmuştur. Örneğin, Hammurabi Yasasını yazılı en eski yasalar dizisi olarak tanımlayan yaygın düşüncelerimizin aksine, asıl şeref muhtemelen MÖ 2100 – 2050 civarında yazılmış olan Ur-Nammu Yasasına aittir. Oğlu Shulgi, ortaya çıkan krallığı oldukça merkezi bir bürokratik devlete dönüştürerek bir adım daha atar. Yaptığı değişiklikleri kişisel kararlılıkla yapardı, öyle ki bir hadise, kralın Nippur ile Ur arasında 160.9 km yolu (160.9 km) ki bir gün içinde, her iki şehirdeki dini bayramlara katılmak için nasıl gidip geldiğini (veya koştuğunu) üstü kapalı bir şekilde söz etmektedir.

Tüm bu yayılmış idari değişiklikler sırasında, Sümer başkenti Ur bizzat Güney Mezopotamya’da kültür ve öğrenmenin üssü haline gelmiştir. Bu çağ, sanatsal ve bilimsel arayışların teşvik edilmesinin yanı sıra ticaretin ve verimli kent yönetiminin yükselişiyle aynı zamana denk gelmişti. Bu bağlamda, arkeolojik kanıtlardan Ur sakinlerinin uygar Mezopotamya şehirlerindeki şehir sakinlerinin çoğundan muhtemelen daha iyi yaşam standartlarına sahip oldukları kanısına varabiliriz.

*Ur’un ve Sümerlerin Çöküşü (yaklaşık MÖ 18. yüzyıl)

“Barbar” Sami dili konuşan, daha çok Amorites, Hammurabi kabilesi olarak bilinen yarı göçebe Martu halkını dışarıda tutmak için Şulgi’nin iktidarı sırasında, Dicle ve Fırat nehirleri arasında (muhtemelen 155 mil uzunluğunda) geniş bir duvar inşa edilmişti. Dahası, devasa duvar mimari hünerini sergilerken, zamanla harap olan Sümer savunması, MÖ 2004 dolaylarında Ur’u yağmalayıp son Neo-Sümer kralı Ibbi Sin’i ele geçirmeye devam eden komşu Elamitler tarafından çiğnenmişti.

İlgili Yazılar

Ortaya çıkan kaos, Mezopotamya’daki Asurluların Babil’in (yaklaşık MÖ 18. yüzyıl) etrafında merkezlenmiş güç üsleri ile Amoritler tarafından gölgede bırakılıncaya kadar kısa süreli üstünlüğünü görmüştür. Sonuç olarak, bu iki yüzyıl boyunca, Sümerler küçülmüş ve nihayet kesin bir krallık veya şehir devleti olarak var olmaktan çıkmıştı, konuşulan dilleri zaten yine de resmi bir kapsamda kullanılmasına rağmen Semitik Akadca ve Babil diliyle değiştirilmişti. (günümüz Latince’si gibi)

Şimdi askeri mücadelelerin ötesinde, bazı tarihçiler Sümerlerin Mezopotamya’nın güneyinden kuzey kesimlerine doğru bir nüfus kaymasıyla halihazırda nasıl baltalandığına dikkat çekiyor. Nedenleri, kısmen iklim değişikliğinden ve (muhtemelen) yanlış sulamadan kaynaklanan toprağın yüksek tuzluluğundan kaynaklanan kıtlık ve tarımsal düşüşle ilgiliydi. Her halükârda, Sümerlerin kesin ama çoğu kez görmezden gelinen mirası, günün zamana dayalı olarak 24 saate bölünmesi gibi örneklerle günümüzde hala hissetmek mümkün.

Sümerlerin Kültürel Tarihi

*El Yazısı ve Bakır İmalatı

Çömlek yapımı için dönen tekerleklerin önemi hakkında zaten konuştuk. Ancak Sümerlerin bir başka büyük icadı, belki de yazı ve konuşma gücümüzün fiziksel tezahürünü nasıl temsil ettiği ile ilgilidir. Ancak konuşulan dil muhtemelen MÖ 35.000 yılından itibaren kullanılırken, tamamen gelişmiş yazılı şekli (resimli ilkel yazının aksine) sadece Sümer, Güney Mezopotamya’da M.Ö. 4. bin yılın (M.Ö 3500-3100 civarında) ikinci kısmında ilk kez ortaya çıkmıştı. Bu erken el yazısı yazma biçimi çivi yazısı olarak bilinir ve Uruk şehrinin en büyük katkısı olarak kabul edilmektedir. İlginçtir ki, eski Mısırlılar da kendi yazı sistemlerini M.Ö. 3100’e kadar formüle etmişlerdi; ve bir hipotez, hararetle tartışılmasına rağmen, sistemlerinin (Birinci Hanedanlığa karşılık gelir) kısmen Mezopotamya çivi yazısından etkilendiğini öne sürüyor.

Metallerin tarihine gelince, bakır tözünden (M.Ö. 5000 civarında) eritilen ilk metal, bir kalıba dökülen ilk metal (M.Ö. 4000 civarında) ve bronz oluşturmak için başka bir metal (kalay) ile alaşım olan ilk metal olmuştur (M.Ö. 3500 civarında). Ve bakır, bir tözden çıkarmanın aksine, doğal formunda (bir dereceye kadar) kullanılabilecek birkaç metal arasında sayılırken, üretilmiş formundaki tam ölçekli kullanımı muhtemelen Sümerler tarafından yaklaşık 5.000 yıl önce başlamıştı.

Aslına bakılırsa, başlıca Mezopotamya icatlarından biri olarak bakırın imalatı, daha çok organize kentsel alanların Uruk, Ur ve al’Ubaid gibi gerçek şehirlere dönüşmesiyle çakışmaktadır. Sümerler üretime bakır ok uçları, zıpkınlar, usturalar ve diğer küçük nesnelerle başlamıştı. Sonraki yüzyıllar boyunca, marangoz kalemleri, ayrıntılı testiler ve içme kapları gibi daha karmaşık geometrik biçimlere geçiş yapmışlardı. Şu kadarını söyleyelim, Sümerlerin inanılmaz işçiliğine uygun bir kanıt sağlayan, MÖ 3100’lerden kalma Imdugud kabartma (yukarıda resmedilen) gibi bazı zarif bakır nesneler bulunmaktadır.

*Dünyanın Bilinen En Eski Edebiyatı

Her zamanki gibi, birçok insan yapımı başarı gibi (tekerlekler ve yasalar dahil), edebiyatın kökenleri de medeniyetin beşiği olan eski Mezopotamya’ya dayanmaktaydı. Aslında, edebiyatın gelişmesi, yazı dilinin icadının doğrudan bir etkisiydi, daha önce tartıştığımız gibi, M.Ö. 3400 dolaylarında bir başarı genellikle Sümerlere atfedilmektedir. Ve kil tabletler ve kabartmalar üzerine yazılmış bu ‘yazılı’ çivi yazısı metinleri idari amaçlar için kayıt araçları olarak ortaya çıkarken, zamanla Sümerler de masalları, efsaneleri ve denemeleri sunan edebiyat parçalarını kopyaladılar. Bu bağlamda, dünyanın bilinen en eski edebiyat eserleri, hayatta kalan iki örneğe aittir– Kesh Tapınağı İlahisi ve Shuruppak’ın Talimatları.

Nintud’a Bir Liturji olarak da bilinen Kesh Tapınağı İlahisi temel olarak M.Ö. 2600 civarında yazılmış bir dizi Sümer kil tabletidir. Bu eski edebiyat eserinin temel içeriğine gelince, anlatı (ilahiyi içeren) esas olarak Sümer nefes ve rüzgâr tanrısı Enlil’in Kesh şehrine yığdığı övgüleri etrafında döner, zira yerleşimin tapınağı Ekur olarak bilinen tanrıların toplanması olayı için seçilmektedir. İlginçtir ki, ilahinin kendisi başka bir ilahi varlığa – tahıl, yazı ve Edebiyat tanrıçası olan Nisaba’ya atfedilir. Özünde, Kesh Tapınağı İlahisi, antik çağlarda muhtemelen bir meşruiyet (ve kutsallık) havası ile donatmak için tanrıların eseri olarak sunulmuştu

Genellikle dünyanın en eskileri (ve muhtemelen dünyanın en eski hayatta kalan yazılı metni) arasında kabul edilen diğer edebi eser, Shuruppak’ın Talimatları’dır. Sümer bilgelik edebiyatının en iyi örneklerinden biri olarak sayılan ‘eser’, başlangıçta Ebu Salabikh’te (antik Nippur’dan yaklaşık 12 mil) keşfedilen M.Ö 2600-2500 yılları arasından kalma bir grup çivi yazısı tabletinden oluşmaktadır.

Sümer geleneklerine ve kralların yıllıklarına uygun olarak, Shuruppak, Sümer’in Gılgamış’tan (Babil), Manu (Hint) ile Nuh’a kadar (İncil) birçok antik efsanede karşılığı bulunan sel efsanesi olan tufandan önceki son kralı Ubara-Tutu’nun oğluydu- Böylece, babanın oğluna (ve nihai kahramanına) sunduğu bilgeliğin kapsamı, basit pratiklik ile ahlakı sürdürme arasında gidip gelmektedir. Örneğin, bazı pratik talimatlar şöyle der:

Yol üzerine bir alan/tarla kurmamalısınız.

Tarlanızda bir kuyu açmamalısınız: İnsanlar sizin için ona zarar verir.

Diğer felsefi ve ahlak temelli nasihatler şunlardır:

Sevgi dolu bir kalp bir aileyi korur; nefret dolu bir kalp bir aileyi yok eder.

Evli bir genç kadınla gezip tozmamalısınız: iftira ciddi olabilir.

Bira içerken kesin konuşmayın.

*Sümer Mitolojisi

Giriş kısmında, Mezopotamya’nın erken dönem tarihsel kapsamı içinde, Dicle ve Fırat nehirleri arasındaki ve çevresindeki geniş toprakları yöneten tekil grupların veya siyasi varlıkların bulunmadığından bahsetmiştik (en azından kısa Akad ara sahnesine ve daha sonraki Yeni Sümerler, Babilliler ve Yeni Asurluların yükselişine kadar).

Bununla birlikte, Babil’in bir varyantı olan eski Sümerlerin Antik Yakın Doğu’nun ortak dili olan Akadca’yı nasıl etkilediği ikincisiyle birlikte, MÖ 3. bin yıldan sonraki Mezopotamya şehir devletleri, kültürel özelliklerini ve hatta dilleri paylaştılar. Bölgenin panteonu, bu eski kültürel örtüşmenin dini bir uzantısıydı ve Mezopotamya tanrılarının çoğu, Sümerler, Babilliler ve hatta Asurlular tarafından yaygın olarak tapınıyordu.

Ancak çoğumuz meraklılarının bileceği üzere, tarihin ilerleyişi doğrusal değildir ve Mezopotamya mitolojik karakterlerinin birçoğu varyant varlıklara evrilmiş (devredilmiş) idi (anlaşmazlığın tercihine dayanarak – Sümer güneş tanrısı Utu’nun Akadca Shamash’a “ biçim değiştirdiği ” gibi). Dahası, bu Sümer (ve Mezopotamya) tanrılarından bazıları, tek tek şehirlerin koruyucu tanrıları olarak daha çok onurlandırılmıştır. Ve son olarak, bir panteondaki bilinen ilk yüce üçlülerden birine gelince, Sümerler muhtemelen Enlil’i (hava tanrısı), Anu’yı (göklerin tanrısı) ve Enki’yi (yeryüzü tanrısı) kutsal sayıyorlardı.

*Bilgames – Gılgamış’ın Sümerli Öncüsü

Gılgamış Destanı’nın edebi değerine uygun olarak, Gılgamış karakterinin çok katmanlı tarihi, büyüleyici bir şekilde, ‘Bilgames’ adlı bir Uruk Kralı’nı tasvir eden beş Sümer şiirinden (yaklaşık MÖ 3. bin yıldan kalma) türetilmiştir. Bu amaçla tarihçiler, destanın kendisinden önce bestelenmiş Gılgamış’ın (veya Sümer muadili) bu tür birkaç bağımsız hikayesinin varlığının farkındadır. Bu ‘destan öncesi’ kanıtlardan bazıları, Gılgamış’ı, bugünkü Irak’ta Warka olan Uruk’un büyük duvarlarının inşası için Uruk’un büyük duvarlarının inşası belirten MÖ 3. bin yıllık yazıtlardan çıkarılmıştır.

Destanın kendisinin ilk yinelemelerine gelince, bunlar muhtemelen “Eski Babil” versiyonlarında (yaklaşık MÖ 18. yüzyıl) derlenmişlerdi. Basitçe ifade etmek gerekirse, bu edebi eserlerin kaynağı Sümer dili ve edebiyatına dayanırken, destanın son ürünleri (halkın ulaşabileceği hali) muhtemelen Sümer’den farklı, Semitik kökenleri üzerine kurulmuş Babilce ve ilgili Akadca dilinde oluşturulmuştu.

*İnsanlığın Bilinen İlk Kanunnamesi

Hammurabi Yasaları ile ilgili yaygın bir yanılgı, insanlık tarihindeki yazılı en eski yasalar dizisi olduğu varsayılan doğasıdır. Ancak bu, tarihsel perspektiften doğru değildir, ün (hayatta kalan en eski kanun) muhtemelen MÖ 2100 – 2050 civarında yazılmış olan Ur-Nammu Sümer Yasasına aittir. Dahası, birçok bilim insanı, MÖ 24. yüzyıl dolaylarında güney Mezopotamya’daki (Sümer) şehir devleti Lagaş’ın Sümer kralı Urukagina’nın yasal reformlarını kapsayan daha da eski bir kanunnameye ilişkin görüşlerini ortaya koymuştu. Ne yazık ki, bu kanunnameden günümüze ulaşan hiçbir metin kalmamıştır ve içeriğinin çoğu, diğer eski referanslardan anlaşılmaktadır.

Edebi perspektiften bakıldığında ise, Ur-Nammu Yasası Sümerce yazılmıştır ve bu nedenle saptanmış 57 yasasından 30’u tarihçiler tarafından yeniden yapılandırılmıştır. Bazı etkileyici (ve genellikle tuhaf) örnekler aşağıdaki gibi sunulmuştur –

Bir erkek, bir başkasının hakkını ihlal ederse ve genç bir adamın bakire karısının bekaretini bozarsa, o erkeği öldürürler.

Bir adam, büyü yapmakla suçlanıyorsa, su işkencesi yapılmalıdır; masum olduğu kanıtlanırsa, suçlayan kişi 3 şekel ödemek zorunda kalır.

Bir adam başka bir adamın dişini kırarsa iki şekel gümüş öder.

Bir kişi tanık olarak ortaya çıkarsa ve yalancı olduğu gösterilirse, on beş şekel gümüş ödemek zorunda kalır.

Bir adam, gizlice başka bir adamın tarlasını ekip biçerse ve bir şikayette bulunursa, bu yine de reddedilir ve bu adam masraflarını kaybeder.

*Mansiyon Ödülü- Bira Tutkusu

Bira yapmak için bilinen en eski standart tarif, eski Sümer’den geliyor. Basitçe söylemek gerekirse, tarihteki ilk planlı bira (veya ale) üretimi, Hymn to Ninkasi isimli 3900 yıllık bir şiirde yer alan bilinen en eski bira tarifinin kanıtıyla Sümerlerin başarılarından biri olarak nitelendirilebilir- Şimdi ise Mezopotamya mitolojisi açısından, Ninkasi eski Sümer bira (ve alkol) korucusu tanrıçasıydı. Kadının eski Mezopotamya’da içeceklerin mayalanmasında ve hazırlanmasında toplumsal olarak önemli rolünü simgeleyen varlık (gerçek tasvirleri zamanın zorluklarına dayanamamıştır) tarihsel olarak bira tüketiminin toplumsal ve medeni erdemler için önemli bir işaret olduğunu da ima etmiştir.

Miguel Civil tarafından tercüme edilen Ninkasi’yi ( Hymn to Ninkasi) ululayan 3900 yıllık bu Sümer şiirinden bazı alıntılar şöyle yazılmış:

Arpayı küpte çimlendiren sensin,

Dalgalar yükselir, dalgalar iner.

Ninkasi, maltı küpte çim eden sensin,

Dalgalar yükselir, dalgalar iner.

.

Fıçıdan süzük birayı döktüğün vakit,

Odur ki Dicle ve Fırat’ın çağlayışı gibi.

Ninkasi, sensin o fıçıdan süzük birayı döven,

Dicle ve Fırat’ın çağlayışı gibi.

Bira tüketiminin tarihsel kapsamına gelince, Hymn to Ninkasi haliyle bilinen ilk edebi kanıtı, kadar MÖ 1800’lere dayanırken, “bira nağmesi” şüphesiz daha eskidir. Diğer bir deyişle, Sümer’de bira MÖ 19. yüzyılın başlangıcından çok önce yapılmış ve tüketilmişti. Aslında, güney Mezopotamya bölgesinde bira üretimine ilişkin arkeolojik kanıtlar, M.Ö. 3500 yıllarına (veya muhtemelen daha öncesine) dayanmaktadır; araştırmacılar, günümüzde İran’da bulunan antik Sümer ticaret yerleşkesi Godin Tepe’de parçalanmış halde bir küp içerisinde biranın kimyasal izlerini tespit etmiştir. Tüketim yöntemlerine gelince, biranın sert kıvamı göz önüne alındığında, fermantasyon işleminden kalan acı maddelerden kurtulmak için pipetler kullanılırdı.

Çeviri: Murat Demir

Kaynak realmofhistory

Get real time updates directly on you device, subscribe now.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Accept Read More