Nereye Dergisi
Arkeoloji, Tarih, Gezi, Seyahat ve Yaşam Kültürü Dergisi

Dört Kayıp Şehir: Kentsel Çağın Gizli Tarihi

Kiklad Adası’ndaki Thera’yı paramparça eden volkanik patlamadan evvel, Tunç Çağı sonundaki yıkımlara ve sonrasına kadar, tarih boyunca ve öncesinde yıkılmış ve terk edilmiş birçok şehir biliyoruz.

0 1.813

4 Kayıp Şehir’de kentsel çağın gizli tarihi var. Bilim gazeteciliği yapan aynı zamanda bilim kurgu yazarı Annalee Newitz dünyadaki 4 şehrin yaşamını, ölümünü ve yaşamdan sonraki hayatını araştırıyor ve bu şehirlerin tarihlerini 21. yüzyılın şehir yaşamındaki zorluklarla ilişkilendiriyor.

Antik Dünya Dergisi (Ancient World Magazine) okuyucuları şehirlerin öldüğü düşüncesine aşinadır. Kiklad Adası’ndaki Thera’yı paramparça eden volkanik patlamadan evvel, Tunç Çağı sonundaki yıkımlara ve sonrasına kadar, tarih boyunca ve öncesinde yıkılmış ve terk edilmiş birçok şehir biliyoruz.

Son kitabı 4 Kayıp Şehir: Kentsel Çağın Gizli Tarihi’nde (Norton, 2021) gazeteci-bilim kurgu yazarı Annalee Newitz üç kıtada ve binlerce yılda dört şehrin yaşamını ve ölümünü araştırıyor. Başlık sansasyon yaratsa da kitabın içeriği bundan farklı. Aksine, Newitz şehirlerdeki insanların yaşamlarına gerçekçi yaklaşıyor ve birçok arkeolog, tarihçi ile görüşerek bu şehirlerin yıkımlarına ve terk edilişlerine ilişkin mevcut teorileri tartışıyor.

Newitz’in yaklaşımı, gelecekte benzer hatalar yapmamamız için geçmişten çokça öğrenmemiz gerektiği fikrine dayanıyor.  Nüfusun yarısından fazlasının şehirlerde yaşadığı bir dünyada yaşıyoruz. Bu şehir ortamları su kirliliğini önleyememe, evsizlere uygun ve yaşanabilir koşullarda konut sağlayamama, pandemilerin sonucunda hastalıkların yayılması gibi birçok problemi de beraberinde getiriyor. Bu nedenle, Newitz’in antik kent yaşamına yaklaşımı derinden ve haklı olarak politiktir.

2021’in başında Newitz’in bilim kurgu yazarı Charlie Jane Anders ile yaptığı podcast Our Opinions Are Correct’i dinlemeye başladım. Daha öncesinde zaman yolculuğu sonrası Wikipedia makalelerinin değişimi metaforuyla tarihsel nedensellik sorusunu irdeleyen The Future of Another Timeline adlı romanı okumuştum. Tıpkı o kitap gibi, bu kitabın da tarih boyunca kentsel yaşama aydınlatıcı ve derinlemesine politik bir bakış sunmasını bekledim ve 4 Kayıp Şehir bu beklentimi karşıladı.

angkor wat tapınağı

Kentsel Çağ

4 Kayıp Şehir’in tanıtımında Newitz ‘’Bir şehri nasıl kaybedersin?’’ sorusunu yöneltiyor. Bu soruyu sorarak 21. yüzyıl için neden önemli olduğunu ortaya koyuyor ve bir şehrin kaybına yaklaşımlarının metodolojik ve teorik temellerini tartışırken çağdaş siyasetten yararlanmaya başlıyor. Bir şehrin yok olmasının öncesinde o şehrin yaşamını anlamanın esas noktasına değinerek aynı zamanda sadece sorumlu insanların değil o şehirde yaşamış olan tüm insanların hayatlarını anlamının önemli olduğunu düşünüyor. Bütün şehirlerin bir gün yok olacağına dair belirli bir inanış varken, tüm bu soruların ışığında belki de şu anki şehirleri aynı gelecekten kurtarılması inancı da hâkim.

21. yüzyılda geçmişteki başarısızlıklarımızı tekrarlarsak, tüm gezegenin çehresini değiştirecek zehirli bir şehircilik biçimini yayma riskini alırız ve bu bizler için hiç de iyi olmaz.

Newitz kitabın ayrıca başlangıçta gelecekte şehirlerin ölümsüzlüğü hakkında olacağını, ancak kişisel yaşamındaki olayların bu yaklaşımı değiştirdiğini ortaya koyuyor. Bir araştırma gezisinden döndüğünde babasının intihar ettiğini öğrendi ve daha sonra Çatalhöyük’e yaptığı bir araştırma gezisinde, arkeologların yaşamı anlamak için ölüleri nasıl değerlendirdiği onu oldukça etkiledi. Nisan ayında kitabı ilk okuduğumda yazarın kendi hayatında yaşamış olduğu olayların önemini tam olarak anlayamadım, ancak yaz aylarında kitabı okumak için tekrar incelediğimde zihnimde her şey daha netti. Bu kitap “kayıp” şehirlerin yok edilmesiyle ilgili değil; bu şehirlerin ölümlerine kadarki olan süreyi anlamak ve bunu anmak ile ilgiliydi.

Dört Kayıp Şehir, Newitz’in ele alıp incelediği şehirlerin her biri hakkında üç kısımdan oluşan bölümlere ayrılmıştır. Birincisi, MÖ 6. binyılda daha küçük yerleşim birimlerinin birleşmesinden ortaya çıkan, gezegendeki bilinen en eski şehir olan Türkiye’deki Çatalhöyük’tür. Bunu, AWM okuyucularının aşina olduğu bir şehir takip ediyor: MS. 79’da yanardağ tarafından tahrip edilen Napoli körfezindeki Pompeii. Sırada, MS 1000-1200 yılları başlarından kalma muhteşem rezervuarları ve tapınaklarıyla tanınan, ancak göründüğünden çok daha büyük bir şehir olan Kamboçya’daki Khmer başkenti Angkor var. Son olarak, şu anda Amerika Birleşik Devletleri’nde olan Cahokia, birçok çağdaş Avrupa yerleşiminden çok daha büyük bir yerleşim yeridir. Burada Angkor’da pek olmasa da burada az çok ticaret yapıldığına dair kanıtlar veya diğer Avrupa merkezli kentsel özellikler mevcut.

Hiçbir duayen arkeolog, Newitz’in şehir seçimlerine özellikle şaşırmayacaktır. Belki de daha şaşırtıcı olan, kitabın nispeten kısa olması ve dördünü de kapsadığı gerçeği göz önüne alındığında, tartışmanın çok yönlülüğü ve derinliğidir. Kitabı eğlenceli bir şekilde okumak için şehirlere aşina olmak gerekli değil, hepsi hakkında hatırı sayılır bilgim vardı ama kitabı okudukça çok daha fazlasını öğrendim.

Angkor ve Cahokia şehirlerinin ömürleri birbirine yakın olsa da bu dört bölüm genel olarak kronolojik olarak ele alınmış. Her biri üç bölüme ayrılarak ilki şehrin kuruluşunu ve bazı temel özelliklerini kapsıyor. İkincisi şehrin sosyal hayatı; üçüncüsü, şehirlerin terk edilmesi ve ardından yok olmasını anlatıyor. Yapısal düzenliliğe rağmen, kitap kalıplaşmış veya tekrarlayıcı hissettirmiyor ve Newitz her şehir için basit bir şehrin ortaya çıkışı, yükselişi ve düşüşü gibi sistematik bir yapı önermiyor. Aksine, her bölüm tartıştığı şehirden elde edilen kanıtlara dayanıyor ve Newitz şehirlerin nereden geldiği ve (görünüşe göre) yok olduktan sonra ne olacağı sorularını git gide karmaşıklaştırıyor.

Çatalhöyük kazı alanı

Newitz kendilerinin profesyonel bir arkeolog olduklarını iddia etmiyor ve bunun yerine kitabın çoğunu tanıdık olabilecek isimlerle tartışarak geçiriyor. Çatalhöyük’te, yaklaşık otuz yıldır kazılara öncülük eden Ian Hodder ile konuşuyorlar. İlk okumamda, Hodder’ın adının geçmesi beni oldukça mutlu etti. Açıkçası bu kitap, ne hakkında konuştuklarını bilen arkeologlar tarafından ilgi çekici, akademik olmayan, anlaşılabilir bir dille anlatılmıştı. Girişinin bir stratigrafi açıklamasıyla başlaması da makul olandı.

Pompeii’de konuştukları kişiler arasında pek çok tanıdık isim de var: Andrew Wallace-Hadrill, Sophie Hay, Eric Poehler ve daha fazlası. Hakkında pek fazla bilgimin olmadığı Angkor ve Cahokia sitelerinden bahsedildiği bölüme geldiğimde, Newitz’in işinin ehli insanlarla konuştuğundan emindim. Burada, Hawaii Üniversitesi’nden antropolog Piphal Heng’in Angkor bölgesiyle olan kişisel tarihini Damien Evans liderliğindeki bir ekip tarafından Angkor’daki LIDAR çalışması ve Eastern Connecticut Eyalet Üniversitesi’nden Sarah Baires ve Doğu Connecticut Eyalet Üniversitesi’nden, Toledo Üniversitesi’ndeki Melissa Baltus liderliğindeki Cahokia’daki kazılar hakkında bilgi edindim. Son bölüm ayrıca Coushatta-Chamorro sanatçısı Santiago X ve Ohkay Owingeh yazarı Rebecca Roanhorse’un çağdaş cahokia alımıyla ilgili çalışmalarını tartışıyor.

İngiliz dünyasındaki akademisyenlere karşı, bahsi geçen eserler de dahil olmak üzere bazı önyargılar mevcut. Fakat bu herkesin okuyup erişebileceği bir kitap için daha az endişe verici. Nitekim, danışılan bilim adamları arasında daha fazla Türk, İtalyan, Kamboçyalı ve Amerikalı isimleri görmek daha güven verici olabilirdi.

Bu arkeologlara metodolojik ve teorik çerçevelerinin açıklamaları eşlik ediyor. Hodder ile zorluğu öğreniyoruz; Poehler ile veri arkeolojisi. Bunların uzman olmayanların kulağına nasıl geldiğini anlayabilmek benim için zor, ancak stratigrafi gibi açıklamalar bana erişilebilir ve doğru geliyor. Newitz iki sezon boyunca Cahokia’daki ekibe katıldığından, kazı yapmanın gerçekte nasıl bir şey olduğu hakkında da bazı tartışmalar var. Newitz, çok fazla olmasa da bazı rakip teoriler de dahil olmak üzere arkeolojik kayıtları nasıl anladığımızı çok iyi aktarıyor.

İlgili Yazılar

*900 yıl önce Cahokia’da bir ziyafet için pişmiş bir geyiğin kemiklerinin tadına nasıl baktığımı düşünmeden edemedim. Bu ziyafeti görmek için orada olmayı diledim ve bunun bir sonraki ziyaret için daha uygun olabileceğini düşündüm.

Dört Kayıp Şehir: Kentsel Çağın Gizli Tarihi başlığının bazı arkeologların canını fazlasıyla sıkabileceği göz önüne alındığında, bu deneyimlerin iyi bir şekilde ifade edildiğini öğrenmek şaşırtıcı olabilir. Bir yanda, Atlantis gibi açıkça hayali şehirlerin “kaybolduğu” ve Platon’un hikayesinden doğru parçaları bir araya getirip birleştirirsek bu şehirlerin yeniden keşfedilebileceğine dair süregelen bir inanç var. Öte yandan, “kayıp şehir” kinayesi, geçtiğimiz birkaç yüzyıl boyunca sömürgeci uluslar tarafından, sömürgeleştirilmiş ulusları bir zamanlar müreffeh benliklerinin daha kötü hallerini betimlemek ve bu yerlerin geçmişlerinin güzelliklerini takdir etmediğini öne sürmek için kullanıldı. Newitz, kitabın girişinde ve baştan sona, özellikle Angkor ve Cahokia tartışmalarında bu sorunların her ikisini de kafa kafaya ele alıyor.

Cahokia’daki keşişler köyü denilen yer

1860’larda Fransa, Kamboçya’yı sömürgesi haline getirdi ve bu kolonizasyonun mirası, o zamandan beri Angkor tarihini anlamamız üzerinde derin bir etkiye sahipti. Daha önce diğer Asya ülkelerinden ve hatta Avrupalılardan yüzyıllarca gelen ziyaretçilere rağmen, bölgeyi keşfeden Fransız kaşiflerin hikayeleri popülerdi. Angkor Wat’ın Kamboçyalılar tarafından inşa edilmiş olamayacağı, Mısırlıların veya Yunanlıların eseri olması gerektiği bile öne sürüldü. Anıtların inşasına ilişkin imkânsız iddialar dünya dışı varlıklarla sınırlı değil; ırkçılıklarının onlar için yorumlarını yapmasına izin veren uzun ve devam eden bir arkeolog tarihi var.

Ancak Angkor, Newitz’in bu kitapta bakmayı seçtiği tüm siteler gibi, şehirlerin nasıl nadiren gerçekten kaybedildiğinin harika bir örneğidir. Anıtsal mimarinin inşasını emreden krallar tarafından terk edildikten sonra, alt sınıf vatandaşlar bölgede yaşamaya ve çiftçilik yapmaya devam etti ve dini yapılar, sömürgeciler onları terk etmeye zorlayana kadar yüzyıllar boyunca keşiş topluluklarını barındırdı. Çatalhöyük’te de benzer bir şey yaşandı, çünkü sakinler köy hayatına geri döndüler ve eski şehri mezarlık olarak kullandılar. Cahokia höyükleri, Avrupalılar kıtaya girmeye başlayana ve gömülü Pompeii bile tamamen unutulana kadar manzarada görünür halde kaldı.

Konuştukları ve okudukları arkeologların önderliğinin peşinden ilerleyen Newitz, bunun yerine dönüşümü vurguluyor. Sonsözde olduğu gibi, bu şehirlerin tarihlerinin çağdaş dünyayla ilgisine dair argümanlarının önemli bir parçası, şehirlerimizin yok olmaması için onları siyasi istikrarsızlık, otoriter milliyetçilik ve iklim krizi gibi konularla nasıl başa çıkabileceği ve nasıl dönüşmesi gerektiğini tartışıyorlar.

Bu sebeple bugün birçok arkeolog, medeniyetlerin bir “çöküş” evresiyle kıyaslayabileceğimiz “klasik” veya “zirve” evrelere sahip olduğu fikrini sorguluyor. Çöküş düşüncesi, bize Avrupalı ​​arkeologlar tarafından mucizevi bir şekilde “keşfedilen” kayıp şehirler fikrini getiren aynı 19. ve 20. yüzyılın başlarındaki sömürge geleneklerinden geliyor.

Newitz’in yaklaşımı, yakında çıkacak bir Ancient World Magazine incelemesi için okuduğum başka bir kitapla bağlantılı: Rachel Crellin’in Change and Archeology (Değişim ve Arkeoloji), Routledge’s Themes’in Archeology (Arkeoloji) serisi. Crellin, arkeolojik kayıtlardaki değişimi anlamadaki sorunlardan birinin, malzemenin günümüze kadar değişmeye devam ettiğini anlamak yerine, geçmişi bugünden ayırmaya çalışmamız olduğunu savunuyor. Değişim sabittir ve tarihi kırılmalar ve bölünmelerle doldurmak, tarih anlayışımızın önünde bir engeldir.

Newitz başka bir yerde şöyle yazıyor: “Zaman içinde medeniyetler sonunda tamamen başka bir şeye dönüşür, ancak geleceğin toplumlarına kalıcı travmaları ve umut verici idealleri aşılarlar.” Bir şehrin yıkımı, dağılması veya terk edilmesi, bu “dönüşüm” veya dönüşümün bir parçasıdır, bir son değil, devam eden bir tarihin parçasıdır.

Via dell’Abbondanza, Pompeii’deki ana caddeye verilen modern isim

Gizli Tarihler

Şehirlerin hayatta kalmasının sırrı, sadece yönetim yapılarında değil, bir bütün olarak nüfuslarında yatmaktadır. Newitz kitabında yönetici seçkinleri, imparatorları, rahipleri veya yaşlıları değil, çalışan insanlarla, köleleştirilmiş ve özgür bırakılmışlarla, iş kadınları ve mühendisleri ele alıyor. Newitz’in bakış açısından, bu şehirler kararları veren seçkinler tarafından değil, şehirlerini inşa etmek için taş taşıyan insanlar tarafından kuruldu.

Kralları şehirlerinin dışında savaşlar yürütürken ve kendi ülkelerinde mahkemelerde ölümcül savaşlar verirken, Khmer halkı tropik ormanı yerle bir etti ve onun yerine yüksek, sele dayanıklı evler ve içme suyu ve sulama için bir kanal ağı ile tamamlanmış düzenli bir şehir şebekesi ile değiştirdi.

Bu yaklaşım, kitabın politikasının özüdür. Elitlerin, işlerini kendileri için yapan kitlelere özen gösterme görevi vardır ve bu görev, sosyal güvenlik ağlarının yanı sıra şehir altyapısına da uzanır. Değişen iklimi hesaba katmamak Angkor’da felakete yol açtı; felaketin belki de tahmin edilemez olduğu yerde, Pompeii’den gelen mültecilerin felaketin üstesinden gelmelerine izin veren Roma hükümetinin mali desteğidir. Kitabın sonlarında Newitz, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki şehirlerde, anavatanları San Francisco’daki ekonomik krizlerden doğal afetlerin vurduğu New Orleans’a kadar benzer başarıların ve başarısızlıkların nasıl görülebildiğine dikkat çekiyor. Bu tür krizlerin şehirleri terk etmeye yol açması gerekmez, yeniden bir düzeltme için bir fırsat olması gerekir.

Tarihteki arkeoloji ile ilgili okumalar ve araştırmalar yaparken en değerli bulduğum şeylerden biri, çoğu zaman işlerin nasıl farklı şekilde yapılabileceğine dair örnekler göstermesidir. Bu alanlarda araştırmalar yaparken benzerlikler ve karşılaştırmalar ararız ve Newitz tartıştıkları dört şehir ile çağdaş dünya arasında birçok karşılaştırma yapıyor, ancak bunun üzerinde çok durulursa insan türlerinin çeşitliliğine ilişkin düşüncelerimizi sınırlayabilir. Ancak, bireyci ve kapitalist tarafımız daha ağır basmasaydı bazı durumlarda, benzerlikler neler yapabileceğimizi vurgulayan şaşırtıcı farklılıkları ortaya çıkarmaya olanak sağlayabilirdi. Çatalhöyük ve Angkor, modern Avrupa şehirlerinden çok farklı yerleşimlere sahiptir; Cahokia ise ticaret dışında başka amaçlar için kurulmuş bir şehir için model teşkil ediyor.

Newitz, Dört Kayıp Şehir’de, 21. yüzyılda karşı karşıya olduğumuz krizlerle birlikte yaklaşan bir şehir kaybı olasılığından nasıl kurtulacağımızı veya bu ihtimalden nasıl kurtulacağımızı, ölen şehirlerin hayatlarından öğrenebileceğimiz ve ders çıkarabileceğimiz birçok şey olabileceğini ortaya koyuyor. Ve son olarak yaşamın aslında insanların çoğunluğunun geçmişteki insan deneyimlerinin çeşitliliğini anlama, muhakame edebilme ve herhangi bir şey yok olsa bile mutlaka ondan bir şeyin hala hayatta kalabileceğine dayandığı gerçeğini vurguluyor.

Çeviri: Çağla Ada Keskin

Kaynak Ancient World Magazine

Get real time updates directly on you device, subscribe now.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Accept Read More