Nereye Dergisi
Arkeoloji, Tarih, Gezi, Seyahat ve Yaşam Kültürü Dergisi

2020 Yılının Heyecan Uyandıran 10 Arkeolojik Keşfi

2020 yılı dünyanın her bölgesinden gelen haberlerle tarihin akışının yeniden düzenlemesine şahitlik ettik. Belki insanlık için talihsiz bir seneydi fakat arkeoloji için çok verimliydi. Keyifli okumalar.

0 2.910

2020 yılı dünyanın her bölgesinden gelen haberlerle tarihin akışının yeniden düzenlemesine şahitlik ettik. Belki insanlık için talihsiz bir seneydi fakat arkeoloji için çok verimliydi. Keyifli okumalar.

Gizli Mumya

Arkeologlar, Sakkara nekropolünde yer alan üç derin mezarın içinde yaklaşık 2.500 yıl öncesine ait mumyalanmış kalıntılar ve göz alıcı renklerde 100 ahşap tabut keşfetti. Bu gizli lahitler, Ptah-Sokar-Osiris ölüm tanrılarından oluşan 40 heykel ve lotus çiçeği tanrısı Nefertum’un bronz bir heykelinin yanında üst üste yığılmış olarak bulundu. Sütunlar antik çağda birçok insanın defnedilmesi için defalarca yeniden açılmış olsa da araştırmacılar bütün mezarları tabutlarda yazan isimlere bakarak 26. Hanedanlık zamanına (MÖ 688–525) ait olduğunu buldu. Mısır Antik Eserler Yüksek Şura’sı genel sekreteri Mostafa Waziri: “Muhtemelen bu dönemde belli bir aile veya grup için çok sayıda gömü içeren bu tür sütunlar yaygındı. Lahittekilerin Bastet Tapınağı rahipleri ve yüksek memurları olduğunu düşünüyoruz.”

Karbon-Tarihleme ile Çömlekçilik

1990’lardan beri, Bristol Üniversitesi’nden biyojeokimyacı Richard Evershed, seramik eserleri radyokarbon ile doğru bir şekilde tarihlendirmenin bir yolunu bulmaya çalışıyor. Ancak teknolojinin bu seviyeye yetişmesi yaklaşık otuz yıl aldı. Arkeologlar, on yıllardır eserleri ve kazı sitlerini tarihlendirmek için çömlekçilik kullanıyorlar, fakat bu tarihlerin doğrulanması için ilgili malzemelerin radyokarbon tarihlemesi veya ağaç halkalarının analiziyle bağlantılı dendrokronoloji gibi yöntemler gerekiyordu. Evershed’in yeni tekniği ise araştırmacıların çömlek üzerindeki hayvansal yağ kalıntılarını doğrudan radyokarbonla tarihlemesine olanak tanıyor. Böylece, iki gramlık çanak çömlek örneklerinden bileşikler izole edilip süt, peynir veya etin bıraktığı kalıntılardaki çok az miktarda yağ asidi karbonunu tespit edilebiliyor.

Çanak çömlekleri bu şekilde doğrudan tarihleyebilmek arkeologlara yeni bir seçenek sunuyor. Evershed bunu “Bize bu konuda yeni bir dayanak noktası sağlıyor” sözleriyle ifade ediyor.

Dünyanın En Büyük Viking DNA Çalışması

Viking DNA’sına ilişkin şimdiye kadarki en büyük çalışma, Vikinglerin genetik çeşitliliği ve seyahat alışkanlıkları hakkında yeni bilgiler sunan çok sayıda bilgiyi ortaya çıkardı. İddialı araştırmada, Kuzey Avrupa ve Grönland’daki 80’den fazla Viking bölgesinde bulunan 442 iskeletten alınan DNA analiz edildi. Bu genomlar daha sonra Vikinglerin gerçekte kim olduklarını ve nerelerde yaşadıklarını belirlemeye çalışmak için şu an yaşamakta olan binlerce insanın genetik veri tabanıyla karşılaştırıldı. Kaliforniya Üniversitesi’nde görev yapan genetikçi Rasmus Nielsen, projenin birincil hedeflerinden birinin Viking diasporasını daha iyi anlamak olduğunu söylüyor.

Yalnızca Norveç, Danimarka ve İsveç’ten geldiği düşünülen gezgin ve tüccar gruplarının genetik olarak beklenenden çok daha fazla çeşitlilik gösterdiği ortaya çıktı. Kopenhag Üniversitesi’nden Eske Willerslev’e göre, en beklenmedik sonuçlardan biri, Viking Keşif Çağı’nın aslında yabancılar tarafından yönlendirilmiş olabileceğiydi. Araştırmacılar, Viking Çağı’ndan hemen önce ve MS 800 ile 1050 arasında, genlerin İskandinavya’ya Doğu ve Güney Avrupa’dan ve hatta Batı Asya’dan gelen insanlardan geldiğini ortaya çıkardılar. Açık renk gözlü Vikingler’in geleneksel imajının aksine, genetik kanıtlar koyu saç ve koyu renk gözlerin Viking Çağı İskandinavları arasında bugün olduğundan çok daha yaygın olduğunu gösteriyor. Willerslev: “Vikingler genetik olarak saf İskandinavlarla sınırlı değildi, farklı soylara sahip çeşitli insanlardan oluşan bir gruptu.” Hatta Viking kimliğinden olan bazı insanlar hiç İskandinav değildi. Örneğin, İskoçya’nın Orkney Adaları’nda Viking mezar eşyalarıyla ve geleneksel Viking tarzıyla gömülen iki kişinin şaşırtıcı bir şekilde İskoçyalılar ve modern İrlandalılarla genetik olarak bağlantılı olduğu görüldü.

Araştırmaya göre Vikingler, bir noktadan bir noktaya sürekli olarak seyahat etme eğilimindeydiler. İsveç’ten başlayan seferler genellikle doğuya, Baltık ülkelerine, Polonya’ya ve Ukrayna’ya yapılırdı. Norveçli Vikingler İzlanda, Grönland ve İrlanda’ya yelken açıyorlardı. Danimarka’dan gelenler ise ağırlıklı olarak İngiltere’ye akın ettiler. Bu çalışma ayrıca Viking keşif gezilerinde bulunan insanların genellikle birbirine çok yakın insanlar ve hatta akraba olabileceklerini ortaya çıkardı. Estonya’nın Salme kentinde hasar görmüş iki gemideki 41 iskelet üzerinde yapılan analiz sayesinde, bu insanların muhtemelen İsveç’teki küçük bir köyden geldikleri ve dört tanesinin ise yan yana gömülmüş kardeşler olduğunu gösterdi. (Salme hakkında daha detaylı bilgi için “İlk Vikingler” adlı makaleye bakabilirsiniz.)

Meksika’daki İlk Köleleştirilmiş Afrikalılar

Mexico City’de on altıncı yüzyıldan kalma bir toplu mezara gömülen üç genç adamın kalıntıları izotop, genetik ve osteolojik analizlerini yapan araştırmacılar tarafından nihayet gün ışığına çıkarıldı. En önemlisi, üçünün de Batı Afrika kökenli olduğu görülüyor. Erkeklerin dişleri, Batı Afrika’daki çağdaş Avrupalı gezginler tarafından tarif edilenlere ve bugün bölgedeki bazı gruplar tarafından hala yapılan diş modifikasyonlarına benzer şekillerde törpülenmiştir. İskeletler aslında 1980’lerde keşfedildi. Max Planck İnsan Tarihi Bilimi Enstitüsü’nden arkeogenetikçi Rodrigo Barquera, “Kaçırılan ve Yeni İspanya’ya götürülen çok sayıda Afrikalı olduğunu biliyoruz, ancak bunların çoğu Mexico City’de yaşamadı” diyor. “İşte bu yüzden bu üç iskeletin orada bulunması şaşırtıcı.

İskeletlerde ayrıca fiziksel yorgunluk ve şiddetli travma kanıtları da görülüyor. Barquera’ya göre, bu erkekler muhtemelen 1520’lerde Meksika kıyılarına getirilen köleleştirilmiş ilk Afrikalı insanlardandı. Bir salgın sırasında muhtemelen hastalanmadan önce bir şeker plantasyonunda veya bir madende çalışmış olabilirler, bu da neden hastanede olduklarını kanıtlıyor. Dişlerine yapılan izotop analizi, Batı Afrika ekosistemleriyle tutarlı ve DNA’ları, üçünün de Batı Afrika soyunu paylaştığını ortaya koyuyor. Ancak, aralarında bir akrabalık yok ve belirli bir popülasyonla ilişkilendiremediler. Barquera, Afrika’daki topluluk istila edildikten sonra bazı şeylerin tarihi kayıtlardan kaybolmasının mümkün olduğunu söylüyor.

Luwian Kraliyet Yazıtı

Türkiye’nin güneyindeki Türkmen-Karahöyük antik höyüğün yüzey araştırmasını yaparken, Chicago Üniversitesi’nden arkeolog James Osborne ve Michele Massa liderliğindeki bir ekip tarafından höyüğün çok da yakınında olmayan bir kanalda şaşırtıcı bir keşif yapıldı. Taş bir stel taşı üzerinde Hitit dil ailesinden Luwian diline ait hiyeroglifler buldular. Hiyerogliflerin şekillerine göre yazıt, MÖ sekizinci yüzyıla ait. Yakınlardaki iki tepe mabedinde bulunan yazıtlar sadece meşhur hükümdar “Büyük Kral Hartapu”nun askeri başarılarını içeriyor. Bu esrarengiz anıtlar, hükümdarlık yılları ​​veya krallığı hakkında hiçbir ayrıntı sunmuyor. Osborne’e göre, bu yeni yazıttan Hartapu’nun Batı-Orta Anadolu’daki zengin Frigya Krallığını fethettiğini ve bir yıl içinde 13 krallı bir koalisyonu mağlup ettiğini iddia eden bir Neo-Hitit lideri olduğu anlaşılıyor. “Artık Hartapu’nun başkentinin Türkmen-Karahöyük olduğunu ve savaşta Frigya’yı yenecek kadar güçlü olduğunu neredeyse kesin olarak biliyoruz”.

Araştırmacılar, höyükten çıkardıkları seramiklere bakarak MÖ 1400 civarında Türkmen-Karahöyük’ün küçük bir yerleşim yerinden 300 dönümden fazla alana yayılan bölgesel bir merkeze dönüştüğünü belirlediler. Osborne, Türkiye gibi arkeolojik açıdan zengin bir ülkede bile sonraki yüzyıllarda ve Hartapu’nun hükümdarlığı boyunca bu şehrin Anadolu’nun en büyüklerinden biri olmaya devam ettiğini söylüyor. Osborne: “Tunç ve demir çağına ait el değmemiş kocaman bir şehir bulmak her arkeoloğun başına gelecek bir şey değil.”

Romulus’un Mezarı

Bir zamanlar Roma’nın efsanevi kurucusu Romulus ile ilişkilendirilen bir tapınak, Roma Forumu’nun eski ve kutsal bir bölümünde yeniden ortaya çıktı. Küçük anıt ilk olarak 1899’da arkeolog Giacomo Boni tarafından keşfedildi, ancak daha sonra yeniden gömüldü ve bir yüzyıldan fazla bir süredir unutulmuştu. Antik Roma Senatosu evi olan Curia Julia’nın merdivenlerindeki yenileme çalışmaları sırasında işçiler, MÖ altıncı yüzyıla dayanan taş bir lahit ve küçük bir yuvarlak sunak içeren bir mahzen keşfettiler.

İlgili Yazılar

Efsaneye göre, Doğduktan sonra terk edilen Romus ve Romulus’u bir dişi kurt kurtarıp besledi. Bazı Romalı yazarlara göre bir zamanlar Romulus’un mezarının bulunduğu Forum bölgesinde yeni bir keşif yapıldı. Bu mezar, Senato üyeleri tarafından Romulus’u öldürdüğü yer olarak inanılıyor ve Lapis Nijer olarak bilinen çok eski ve gizemli bir siyah kaldırım taşının da yakınında bulunuyor.

Bilim adamları hala Romulus’un gerçekten var olup yaşayıp yaşamadığında tartışıyorlar ve kesinlikle tapınağın Romulus’un iskeletini barındırdığına inanmıyorlar. Bunun yerine, Kolezyum Arkeoloji Parkı müdürü Alfonsina Russo, bu yapının Romalıların atalarını ve Roma’yı andıkları sembolik bir anıt olması amacıyla inşa edildiğini öne sürüyor.

Çin’e Ait En Eski Sanat Eseri

Açık hava Lingjing bölgesinde yanmış kemikten yapılmış 13.500 yıllık minik bir heykel keşfedildi. Bu heykelin günümüzde Doğu Asya’da bulunan en eski üç boyutlu sanat eseri olduğu iddia ediliyor. Ancak bir şeyi sanat eseri veya birini sanatçı yapan nedir? Bordeaux Üniversitesi’nden arkeolog Francesco d’Errico, “Bu, sanatı ne ile ilişkilendirdiğimize bağlı, eğer oyulmuş bir nesne güzel olarak algılanabiliyorsa veya yüksek kalitede bir işçilik ürünü olarak kabul edilebiliyorsa, bu heykelciği üreten kişi başarılı bir sanatçıdır diyebiliriz.” Passeriformes veya ötücü kuşlar familyasından olan bu kuş, yarım inç yüksekliğindeki ve altı farklı oyma tekniği kullanılarak yapılmış. D’Errico: “Sanatçının her bir parçayı yontmak için doğru tekniği nasıl seçtiğini ve hedefine ulaşmak için bunları nasıl birleştirdiğini görünce şok olduk, bu da sürekli gözlem yapıldığını ve bunun kıdemli bir zanaatkar ile çırağın eseri olduğunu gösteriyor. Sanatçı, ayrıntılarla o kadar iyi iş çıkarmış ki kuşun düzgün durmadığını anladıktan sonra kaideyi hafifçe düzleştirerek dik kalmasını sağlamış.”

İşçilerin Günümüze Uzanan Ayinleri

Dyar Mound olarak bilinen üç katlı yüksek toprak yapının bulunduğu yer, Georgia’nın merkezindeki Oconee Gölü’nün (1970’lerde inşa edilen bir barajın oluşturduğu rezervuar) altında yer almaktadır. Barajın inşasından önce arkeologlar, MS 14. yüzyılda günümüz Muscogee Creek halkının ataları tarafından inşa edilen höyüğü kazdılar. Alandan çıkarılan eserlere bakarak Dyar Mound’un İspanyol kâşif Hernando de Soto liderliğindeki 1539-1543 keşif gezisinin ABD’nin güneydoğusunu geçmesinden kısa bir süre sonra terk edildiğini belirlediler. De Soto ve beraberindekiler bölgede nüfusun azalmasına neden olan hastalıklar getirdi. Bu azalmanın, diğerlerinin yanı sıra Muscogee halkının benimsediği yaygın bir inanç sistemi olan Mississippian geleneğinin ani sonunu hızlandırdığı uzun zamandır düşünülüyordu.

Washington Üniversitesi’nden St. Louis arkeolog Jacob Holland-Lulewicz liderliğindeki bir ekip Dyar Mound’da ortaya çıkarılan kömürü yeniden tarihlendirdi ve istatistiksel modelleme kullanarak sitenin aslında de Soto keşif gezisinden sonra terk edilmediğini, ancak insanların yaklaşık 150 yıldır höyüğün tepesinde Mississippian ayinlerini gerçekleştirdiğini ortaya çıkardı. Radyokarbon tarihleme yöntemlerindeki gelişmelerin, Avrupalılar ile Yerli halklar arasındaki erken temasa ilişkin bilimsel anlatıları gözden geçirmeye yardımcı olacağını belirten Holland-Lulewicz, “Muscogee’nin ataları dirençli insanlardı ve gelenekleri nesiller boyu dayandı” diyor.

En Eski Maya Tapınağı

Guatemala sınırına yakın bir Meksika sığır çiftliğinde Mayalıların en eski ve en büyük tören yapısı ortaya çıkarıldı. Arizona Üniversitesi’nden arkeolog Takeshi Inomata bu yapı için “Doğal peyzajın bir parçası gibi görünüyor” diyor. Inomata ve ekibi, Meksika hükümeti tarafından toplanan bölgenin düşük çözünürlüklü lidar görüntülerini incelediler. Sitenin daha sonra yapılan yüksek çözünürlüklü lidar araştırması, platformun neredeyse bir mil uzunluğunda ve 50 fit yüksekliğinde olduğunu gösterdi. Radyokarbon tarihlemesi sayesinde ise Maya halkının ritüel alanını MÖ 1000 ila 800 yılları arasında inşa ettiğini görebiliyoruz.

Aguada Fenix ​​veya “Phoenix Rezervuarı” olarak bilinen yapı 1960’larda yaklaşık 300 mil batıda bulunan Olmec şehri San Lorenzo’da keşfedilen bir platforma benziyor. San Lorenzo’da, hükümdarları için anma töreni yapan bu devasa taş kafalar, Olmekler’in muhtemelen güçlü liderler tarafından platformu inşa etmeye zorlandıklarını gösteriyor. Ancak Aguada Fenix’te bu tür sosyal eşitsizlik belirtileri yok, burada şimdiye kadar ortaya çıkarılan tek heykel parçası, ekskavatörler tarafından “Choco” lakaplı bir ciritin iki fit yüksekliğindeki kireçtaşı heykelidir. Inomata, “İnsanlar bu platformu oluşturmaya zorlanmadı, güçlü bir merkezi liderlik olmadan bir araya geldiler ve bunu ortaklaşa inşa ettiler.” dedi.

İlk İngiliz Tiyatro Binası

Arkeologlar yaptıkları bir keşifte 1560’lara dayanan İngiltere’deki en eski tiyatro binasını gün yüzüne çıkardılar ve bu binanın Red Lion’un kalıntıları olduğuna inanıyorlar. Red Lion’dan önce tiyatrolar, genellikle hanların avlularında veya büyük evlerin içinde kurulan geçici yapılardı. Red Lion, John Brayne adlı bir esnaf yönetiminde inşa edildi. Brayne, bu keşfe kadar binanın yapımına yardım eden marangozların kalitesiz işçilik ortaya koyduğu iddiasıyla açtığı bir çift dava ile biliniyordu. 1569’da açılan bir diğer dava ise 40 fit boy ve 30 fit en uzunluğundaki sahneye sahip “Redd Lyon Sygne” adıyla bilinen bir “çiftlik evi” ile ilgiliydi.

Londra Üniversitesi Akademisi’ndeki Güney-Doğu Arkeoloji ekibinden bir grup, Red Lion’u Whitechapel ve Stepney Parişleri’nin sınırına taşıyan arazi hareketlerine bakarak, davada belirtilen boyutlar ile yakından eşleşen bir ahşap yapı ortaya çıkardı. Ekip ayrıca, sahneyi çevreleyen on altıncı yüzyılın ortalarına ait bir dizi direk deliği keşfetti. Direkler, bina iskelesi veya revaklı iskelelerle desteklenmiş olabilir gibi görünüyor. Baş arkeolog Stephen White, “Bazıları Red Lion’un yuvarlak veya sekizgen olduğunu iddia ediyor fakat bu bina aslında kapalı dikdörtgen alanlara sahip 16 yy.’daki faaliyet gösteren bazı Avrupa tiyatrolarını çok anımsatıyor.”

Red Lion, tiyatro binası olarak çok uzun süre kullanmış gibi görünmüyor, ancak Shoreditch’teki tiyatro için bir prototip olarak hizmet vermiş olabilir. Red Lion’dan daha büyük olan bu tiyatro, Brayne tarafından 1576 yılında kayınbiraderi, oyuncu ve tiyatrocu imparator James Burbage ile ortaklaşa inşa edilmiş ve William Shakespeare’in ilk eserlerinin bir dizi prömiyerini yapmıştır. Burbage’ın oğlu Richard, Shakespeare’in yakın arkadaşıydı ve oyunlarının çoğunda başrolü üstlenmişti.

Çeviri: Özge Sertbaş

Kaynak archaeology.org

Get real time updates directly on you device, subscribe now.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Accept Read More