Nereye Dergisi
Arkeoloji, Tarih, Gezi, Seyahat ve Yaşam Kültürü Dergisi

Araplar Bizi Neden Arkadan Vurdu?

Türk askerleri oldukları yerde kuşatıldılar.

0 5.478

“11 Haziran 1916 Cumartesi günü sabah saat üçbuçukta Mekke’deki kışlalara ve Hamidiye Hükümet Konağı’na karşı şiddetli bir ateş başladı. Türk askerleri oldukları yerde kuşatıldılar.  Mekke’ye hakim bir tepede bulunan Ecyad Kalesi’nden binalara Türklerin top ateşi başladı. Muharebede bütün gün akşama kadar devam etti… Kale ve kışla hala direnmekte, mahalleler ve Mescid-i Haram’a ateş yağdırmaktaydı. Kabe’ye de iki top mermisi düştü. Kabe’nin örtüsü tutuştu. Halk top ateşi ve mermi yağmuru altında yangını söndürmeye çalıştı. Çatışmalar günlerce devam etti… Ecyad Kalesi, yirmi beş günlük kuşatma ve savaştan sonra Ramazan’ın dördüncü günü öğlen düştü.”

1916 Ramazan’ın beşinci günü Cidde’de çıkan El Kıble gazetesi Şerif Hüseyin’e bağlı kuvvetlerin Mekke’yi Türk askerlerinden nasıl aldığını böyle anlatmıştı.

Gazete Şerif’e aitti, anlatılanların bir kısmı propaganda olma ihtimali hayli yüksekti.

Ama yine de bu feci manzara o soruyu akıllara getirmiş olmalı;

Peki nasıl olmuştu da 400 yıl aynı bayrak altında birlikte yaşamış iki Müslüman millet üzerine titredikleri kutsal topraklarda böyle kan dökmüşlerdi?

Bu soruya bugünlerde Arapların düşük karakterinden, satılık olmalarına kadar ırkçı cevaplar vermek, uzun bacaklı İngiliz analizleri yapmak yeniden moda. Bundan dört-beş yıl önce tedavülden kalktığını zannettiğimiz “Araplar bizi arkadan vurdu” da geri döndü. Tarih, yine günlük ihtiyaçlara göre yeniden yazılıyor.

O halde o soruya cevap arayalım: Araplar bizi neden arkadan vurmuştu?

Çok milletli bir imparatorluğun bugünler için anlaşılması zor dünyasından bahsetmekteyiz.

Her şey 1517’de Yavuz Sultan Selim’in (yanında Musevi doktoru Moşe Hamon da varken) çıktığı Ridaniye Seferi’nden İstanbul’a hilafet makamı ve Mekke ve Medine’nin anahtarlarıyla dönmesiyle başladı.

Ama sultanlar 400 yıl boyunca bu kutsal toprakların hakimi olduklarını söylemekten hicap duyarak, kendilerine Hadim’ul Harameyn eş- Şerifeyn dediler. Abdülaziz’e kadar Medine,  İkinci Abdülhamit’e kadar Mekke kalelerine saygı gereği Osmanlı bayrağı bile çekilmemişti.

Mekke ve Medine’yi peygamberin soyundan gelen Haşimi sülalesinden ‘Şerif’lerin yönetmesine de izin vermişlerdi. Hicaz’a atanan Valiler hiyerarşide “Şerif”lerin altındaydı.

Ama modernleşme ve merkezileşmeyle birlikte bu durum değişmeye başladı. Tanzimat’la başlayan merkeziyetçilik, Hicaz bölgesi için özellikle hilafeti siyasetinin merkezine koyan 2. Abdülhamit döneminde sertleşmeye başladı.

Bizde daha çok haccı kolaylaştırmak için yapıldığı düşünülen Hicaz Demiryolu her şeyden önce bölgenin güvenliğini sağlamak ve merkezle bağlarını güçlendirmeyi amaçlıyordu.

1892 yılında bölgede bir iç karışıklık ve isyan ihtimalinden endişelenen 2.Abdülhamit hem Haşimi ailesinden bazı isimleri hem de bazı itibarlı din adamlarını zorunlu bir misafirlik için İstanbul’a getirmişti.

Evham etmekte haklıydı çünkü daha bir kaç yıl önce Mithat Paşa’nın cumhurbaşkanı olacağı, Namık Kemal’in de içinde olduğu cumhuriyetçi bir darbe girişiminde tahttan indirildikten sonra hilafet makamına Mekke şerifinin getirileceği yolunda istihbaratlar almıştı.

  1. Abdülhamit’in tedbir için İstanbul’a getirttiği isimlerden biri de Şerif Hüseyin’di. Amcası mevcut Hicaz Şerif’iyle arası açılmış olan Şerif Hüseyin, Şura-yı Devlet üyesi yapıldı, aileye Emirgan’daki bir yalı tahsis edildi.

Bu zorunlu misafirlik tam 16 yıl sürecekti.  Daha sonra her biri komşu devletlerin kralları olacak Şerif Hüseyin’in oğulları Faysal, Ali ve Abdullah İstanbul’da büyüdüler, Türkçe öğrendiler, eğitimlerini burada aldılar, hatta yaşı daha büyük olanlar burada da evlendiler.

Yıllar sonra Medine’yi Fahreddin Paşa’dan teslim alacak ve bir süre sonra da Ürdün Kralı olacak Abdullah her şeyin güzel olduğu o zorunlu İstanbul günlerini anılarında şöyle anlatır:

“İstanbul’a diyecek yoktu. Yazı da kışı da bir başkaydı. Bahar geldi mi güzellikten başınız dönerdi. İstanbul, bütün güzellikleri içinden barındıran, insanın aklını başından alan bir şehir aynı zamanda hilafetin merkeziydi. Orada Türk, Arap, Çerkez, Kürt, Arnavut, Bulgar, Mısırlı, Hintli ne aransa bulunurdu. Herkes kendi kiyafetini giyer, kimse kimseyi ayıplamazdı.”

Abdullah’ın anılarına göre aile zorunlu misafirliğe rağmen Abdülhamit’e bağlılıklarını da korumuştu:

“Bence Sultan Abdülhamit, İslam dünyasının son büyük sultanıydı… Abdülhamid bu çağda insanlarla fitne arasındaki perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı.”

Abdülhamit, 23 Temmuz 1908 Hürriyet’in İlanı’yla tahtını olmasa da iktidarını İttihatçılara kaptırdı. Birkaç ay sonra Mekke Şerifi Abdilillah Paşa’nın vefatı ise Şerif Hüseyin ailesi için yeni bir dönemin başlangıcı oldu.

İlgili Yazılar

Abdullah’ın anılarına göre 2. Abdülhamit’in isteğiyle, daha güçlü ihtimal olaraksa İttihatçıların tercihiyle Şerif Hüseyin, Mekke Şerifi olarak tayin edildi. 16 yıl sonra Kasım 1908’de ailesiyle yeniden Hicaz’a doğru yola çıktılar.

Şerif Hüseyin’in tercih edilmesi rastlantı değildi. 16 yıl boyunca İstanbul’da geniş bir çevre edinmiş,  dini konularda bilgisi ve takvasıyla herkesin saygı duyduğu, Osmanlıcılık fikrine ve hilafete bağlı bir isim olarak adı öne çıkmıştı.

Bu yüzden yeni ortaya çıkan Arap milliyetçileri tarafından sert biçimde de eleştirilmekteydi.

Yeni ortaya çıkan diyoruz, çünkü Arap milliyetçiliğinin taraftar bulması, imparatorluktan ayrılmış diğer milliyetçiliklerden (Arnavutlardan) daha geç olmuştu.

İmparatorluğa ve hilafete sadakatlerini ve aidiyetlerini koruyan Araplar arasında milliyetçilik tohumlarını yeşertense İttihatçıların Türk milliyetçiliği siyasetleri oldu.

Şam’dan Medine’ye açılan okullarda eğitim dili Arapça’dan Türkçe’ye dönmüştü. Ardından devletin resmi dilinin de Türkçe olmasıyla ilgili adımlar geldi.  Bir devlet dairesine Arapça olarak yazılmış bir arzuhal bile kabul edilmemeye başlanmıştı.

Ama esas olarak Arapları ayağa kaldıran bir ismin yaptıkları oldu; Cemal Paşa.

1924’de hilafetin kaldırılmasına kadar Osmanlı ve Türkiye’yle birlikte hareket etmiş Arap liderlerden biri olan İttihatçı Şekip Arslan’dan okuyalım:

“Devlet,  Birinci Dünya Savaşı boyunca Cemal Paşa’yı Suriye’nin mutlak hakimi yapmak suretiyle hem ona hem Araplara hem de Türklere yazık etmiştir. Çünkü Cemal Paşa, müstebit olmaya eğilimliydi. İktidarda olmak başını döndürüyor, bu yüzden ölçüp biçmeden keyfi kararlar veriyordu. Etrafındaki kimi yağdanlıklar yahut Turancı türk siyaseti izlemekten yana olan bazı sınır tanımazlar Paşa’yı pohpohlayarak yaptıklarını övüyor, kibrini azdırıyorlardı. Gurur gözlerini kamaştırdığı için Arapların bir gün Türk yönetiminden çıkabileceğini göremiyordu. Zulmünün, baskısının sınır tanımazlığı halka eziyetinin sebeplerinden biri de buydu. “

Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı’ndaki tarifiyle  Cemal Paşa’nın Arap politikasındaki yöntemleri siyasi değil askeriydi;  Filistin için tehcir, Suriye için tedhiş ve Hicaz için de ordu.

Tehdişin en unutulmazı, 1915’de önde gelen Arap siyasetçi ve entelektüellerin,  Fransız konsolosluğundan çıkan belgelere göre geçmiş yıllarda Fransa’yla ilişkileri gerekçesiyle yargılanıp, vatana ihanetten idama mahkum edilmesi ve Şam’da bir meydanda asılmalarıydı.

Şekip Arslan’a göre “İdam ettirdiği kişiler içinden bir grubun devlete ihanet gibi bir suçu yoktu. Tek günahları İttihat ve Terakki’ye muhalif olmalarıydı. İkincisi suçlanan bazı kişilerin ölüm cezasına çarptırılmasını gerektirecek belge ve kesin deliller yoktu. Üçüncüsü, doğru değil ama diyelim ki bu şahıslar gerçekten devlet düşmanıydılar. Savaş döneminde böyle bir meseleyi gündeme getirip,  önceden affedilmiş kişileri cezalandırmak ve yeni iyileşmeye yüz tutmuş bir yarayı kaşımak  siyasi açıdan ne derece uygun olabilir ki?”

İdamlar dışında çok tepki çeken başka bir uygulama ise Anadolu’ya doğru sürgünlerdi. Yine Şekip Arslan’dan okuyalım:

“Şehrin ileri gelenlerini ayrı ayrı toplayıp, aralarında kura çekmek suretiyle yüzde onunu sürgüne gönderecek kadar ileri gitmişti…Evleri tahrip edilip Anadolu’ya sürülen ve birçoğu gurbette hayatını kaybeden binlerce kişi içinde vatan hainliği şöyle dursun, siyasetin ne olduğunu bilen yüz kişi bile çıkmazdı.”

Cemal Paşa’nın kötü şöhreti onunla ilgili fıkralara da ilham olmuştu.  Onlardan birine göre Cemal Paşa “biriyle görüşürken burnunu kaşırsa sürgün düşünüyor,  sakalını karıştırırsa affedip affetmeyi düşünüyor, ama eğer bıyığını burkarsa korkunuz çünkü ölüme kadar yolu vardır.”

Fakat, Hicaz’da Şerif Hüseyin’i isyan ettiren esas mesele ne milliyetçilik ne de Cemal Paşa’nın uygulamaları değildi.

Onun devlete aidiyetini sarsan ve başka güçlerle işbirliği arayışlarına iten, merkezileşme politikalarıyla Hicaz’da 400 yıldır sahip olduğu otoritenin altının oyulmasıydı.

Atanmasının ardından ilk mesele 1910’da Hicaz demiryolunun ve telgraf hattının Medine’ye ulaşmasıyla ortaya çıktı. İttihatçılar, Şerif’in Medine’deki temsilcisini artık ihtiyaç kalmadığını söyleyerek görevden aldılar ve Medine’yi Hicaz sınırlarından çıkarıp, müstakil bir sancak olarak merkeze bağladılar. Bu Şerif Hüseyin’in otoritesine büyük bir darbeydi. Hacc organizasyonunun bir kısmını da elinden almaktı.

Fakat sadece Şerif Hüseyin’in otoritesinin sarsılması değildi mesele. Demiryolu hattının genişlemesi tek geçim kaynağı deve taşımacılığı olan bedevileri de rahatsız etmişti.

Hiçbir şey yetişmeyen bu kurak topraklarda hayat hac gelirleri ve merkezden gelen yardımlarla dönüyordu. Bölgenin ihtiyacı olan yiyeceğin geldiği Mısır da artık İngiliz sömürgesiydi. Şerif’in dengeli bir siyasetten başka seçeneği yoktu.

Şartları iyice ağırlaştıran ise 1913 Babıali Baskını’ndan sonra tümüyle devlete egemen olan İttihatçıların, Hicaz meselesini çözmek için vali olarak şahin bir isim olan Vehip Paşa’yı Hicaz’a atamaları oldu.

Kalabalık bir orduyla Hicaz’a gelen paşanın uygulamalarıyla gerginlikler iyice yükseldi.

Yazı Karar Gazetesi yazarlarından Yıldıray Oğur’a aittir ve yazının tamamını okumak için bu linke gitmeniz gerekiyor. Yazı Linki

Kaynak Karar

Get real time updates directly on you device, subscribe now.

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.

This website uses cookies to improve your experience. We'll assume you're ok with this, but you can opt-out if you wish. Accept Read More